Depresyon

Depresyon hastalığı duygu durum bozukluğu olarak nitelendirilmektedir. Kişinin duygu durumu normal, çökkün ya da yüksek olarak zaman zaman üçe ayrılabilir. İnsan günlük yaşamında birtakım olumsuz deneyimler sonucunda mutsuz hissedebilir ancak mutsuzluk hissi uzun sürerse çökkün bir duygu durumdan söz edilebilir(Karamustafalıoğlu ve Yumrukçal, 2011). Hastalık kişinin günlük yaşam aktivelerini gerçekleştirmesine ne kadar engel oluyorsa günlük hayatın işlevselliği açısından o kadar ağır sonuçlar doğurur. Günlük moral bozukluklarından öte olan bu tablonun derinleşmesi ve kronik olarak yerleşmesi olası bir problemdir(Mete, 2008). DSM-V tanı ölçütlerine göre depresyon hastalığına sahip bireylerde:

– depresif ruh hali

– üzüntü

-boşluk ve çaresizlik hissi

– ilgi ve zevk kaybı

-uykusuzluk ya da aşırı uyuma

– iştah kaybı-kiloda meydana gelen değişimler

-düşük enerji

-psikomotor retardasyon

– konsantrasyon güçlüğü

– suçluluk hissi ve değersizlik düşünceleri

-tekrarlayan ölüm ve intihar düşünceleri belirtilerinden en az beş tanesinin bulunması gerekmektedir(Eker ve Noyan, 2004).

Depresyon tanısı koymak için en az iki hafta geçmesi koşulu bulunmaktadır. Majör depresyon belirtileri 2 yıl ya da daha uzun sürerse kronik depresyon olarak adlandırılması mümkündür. Varsanı ve sanrılar görülüyorsa psikotik özelliklere sahip depresyon, bir gebelik sonrasında belirtiler gözleniyorsa post partum depresyon ismini almakta, belirtiler belirli bir mevsimde başlıyor ve sonlanıyorsa da mevsimsel affektif bozukluk denilmektedir(Amerikan Psikiyatri Birliği, 2000). Literatürde yer alan çalışmalara göre depresyona yakalanan bireylerin %15 ila %39’unun bir senelik bir sürenin ardından hastalıklarında kronikleşme meydana gelmiştir(Klein, 2010). Türkiye’de Küey ve Güleç (1993) yapılan araştırma sonuçlarına göre klinik düzeyde depresyon yaygınlığı %10 civarındadır.

Psikoterapide amaç kişinin düşük benlik saygısını arttırmak, kendiyle ve hastalıkla alakalı yanlış bilişsel değerlendirmeleri düzeltmek, hastanın sosyal izolasyon isteğini ortadan kaldırmak ve endişelerini kendine karşı destekleyici bir tutumla ifade etmesine yardımcı olmaktır. Bu amaçla çözüm odaklı terapiler, bilişsel davranışçı terapiler ve grup terapilerine katılım sağlanmaktadır. Psikofarmakolojik tedavide ise antidepresanlar, seçici serotonin geri alım inhibitörleri, psikostimülanlar kullanılmaktadır. Elektrokonvulzif terapi (EKT) de depresyon tedavisinde kullanılan bir diğer yöntemdir(Sertöz ve Mete, 2004).

Depresyondaki bir hastanın günlük işlevselliğinin yeniden kazanılması adına uygulanan egzersiz ve beslenme programları da psikoterapi sürecinde önem taşımaktadır(Keefe, 2000).Yapılan çalışmalar kişinin kendisine yargısız, anlayışlı ve destekleyici yaklaşmasını sağlayan öz şefkat duygusunun depresyon ve anksiyete gibi psikolojik hastalıklarda iyileştirici bir rol oynadığını ortaya koymuştur(Kıcalı, 2015).

Etiyoloji ve Risk Etmenleri

Depresyonun ortaya çıkmasının altında pek çok faktör bulunmaktadır. Sosyoekonomik durum, aile ortamı iş sahibi olamama, eğitim durumu, stres, hastalık, boşanma, ölüm, erken yaşam travmaları ve toplumsal olaylar örnek gösterilebilir(Kaya, 2007). Genetik nedenler, biyolojik nedenler, çevresel nedenler ve psikolojik nedenler kişide depresyon hastalığının oluşumunda etki sahibidir(Weller ve Weller, 1990).

Serotonin, dopamin, norepinefrin, tiroid ve büyüme hormonun salınımı fizyopatolojik açıdan depresyon için risk etmenleridir. Depresyon tanısı koymadan önce tıbbi taramalar bu sebeple çok gerekli ve önemlidir(Akıshal, 2005).

İnsanların yalnız olma durumu, sosyal bir destek alması, psikolojik iyi oluşu ve depresyon riskinin birbirini etkilediği bilinmektedir. Kişinin zor süreçlerden geçerken yakınlarından alabileceği destek baş etme açısından oldukça önemlidir. Medeni durum ve sosyal destek kaybının depresyon için bir risk faktörü olduğu söylenebilir(Grant, Patterson ve Yager, 1988). Özdel, Bostancı ve Oğuzhanoğlu’nun (2002) yürüttüğü üniversite öğrencilerinde depresif belirtiler ve sosyodemografik değişkenlerle ilişkisi isimli bir araştırma sonucuna göre öğrencilerin ekonomik durumu ile depresyon belirtileri arasında anlamlı bir ilişkiden bahsedilebilir. Umutsuzluk ve sosyo-ekonomik problemler gençlerin ruh sağlığını olumsuz etkilemektedir(Güler ve ark., 2014). Boşanmış ya da ayrılık yaşamış insanlarda depresyona daha çok rastlanmaktadır. Aynı zamanda düşük sosyo-ekomik koşullara sahip olmanın kadınlarda depresyona yakalanma riskini arttırdığı ve depresyona yakalananların daha çok kırsal kesimlerde yaşadığı öne sürülmektedir(Balcıoğlu, 1999).

Majör depresyonun meydana gelme ihtimali kadınlarda %10-15, erkeklerde ise %5-12 arasında zaman zaman değişim göstermektedir.  Yapılan çalışmalar sonucunda kadınlarda depresyona erkeklere göre iki kat daha sık rastlandığı gözlenmiştir.  Depresyonun 25-44 yaşları arasında daha fazla ortaya çıktığı vurgulanmaktadır(Foster ve ark., 1997). Ergenlik döneminde vücutta sıkça pek çok değişim ve gelişim meydana gelmektedir. Hormonal değişimler duygu durum üzerinde etki sahibidir. Kızlarda östrojen, erkeklerde androjen artışı negatif duygularla ilişkili olabilmektedir(Angold, Costello ve Worthman, 1998). Aile geçmişinde depresyon hastalığını geçirmiş birinin varlığı, yalnız başına bir yaşam sürüyor olmak ve kadın olmak risk etmenleri arasındadır(Mete, 2008). Yapılan araştırma sonuçlarına göre doğum yapan bir annenin gebelik sonrasında depresyon hastalığını geçirmesinin, çocuğun da benzer depresif özelliklere sahip olması üzerinde etki sahibi olduğunu öne sürülmüştür(Düzgün, 1992). Aile öyküsü, strese neden olan olumsuz deneyimler, erken yaşam travmaları ya da olayları, bağlanma stilleri, kronik ruhsal ya da bedensel hastalıklar ve aile işlev bozuklukları depresyon için risk etmenleridir(Ünal ve ark., 2002).

İnsan psikolojisinde kişinin büyüdüğü aile ortamı çok büyük bir önem teşkil etmektedir. Destekleyici, güven veren ve huzurlu ailelerde büyüyen kişiler eleştirel, suçlayıcı ve kavga ortamına sahip ailelere göre daha az depresyon hastalığına yakalanma riski taşımaktadır(Parker ve Roy, 2001). Fiziksel şiddet gören kadınların benlik saygılarının düşük olduğu ve depresyona daha sık yakalandıkları gözlenmiştir(Kıvrak ve ark., 2015). Anne ya da ilk bakım veren ile kurulan olumsuz ilişki biçiminden kaynaklanan korkulu bağlanma stiline sahip bireylerin benlik saygısı düşüktür. Kendilerinin sevilmeye değer olmadığını düşünür ve değersiz olduklarını inancını taşırlar. Bu sebepten dolayı kendilerine öz-şefkat ile yaklaşamazlar. Herhangi bir durum ya da olay sonucunda kendilerini suçlu görme ve umutsuz hissetme eğilimleri yüksektir. Olumsuz düşüncelerinden, kendilerine yönelik inanç ve varsayımlarından dolayı depresyona girme ihtimalleri de yüksektir(Bozkurt, 2014). 

2000’li yıllardan itibaren öz-şefkat ve ruh sağlığı üzerindeki etkisiyle ilgili yurt içinde sınırlı olmakla birlikte yurt içi ve yurtdışında pek çok araştırma yürütülmüştür. Bu araştırma sonuçlarına göre söylenebilir ki öz-şefkat ile depresyon ve anksiyete ile anlamlı ve negatif bir ilişki söz konusudur. Öz-şefkat psikolojik iyi oluşun ve ruh sağlığının önemli bir yordayıcısıdır(Neff, 2003; Neff ark., 2007). Krieger, Baetting, Doering ve Holtforth (2013) yaptıkları araştırma sonuçlarına göre depresyon hastalarının, depresif semptom göstermeyen bir hastaya göre öz-şefkat düzeylerinin daha düşük olduğunu saptamışlardır.

Depresyon Belirtileri

Depresyonda sık rastlanan fiziksel belirtiler arasında baş ağrısı, mide bulantısı, baş dönmesi, kusma, nefes darlığı ve halsizliktir. Erkeklerde baş ağrısı, kadınlarda ise eklem ve sırt ağrıları daha sık karşımıza çıkmaktadır(Köroğlu, 1998). Bayılmalar, kalp çarpıntısı, ağrılar, vücudun belirli bölgelerinde uyuşma ve karıncalanma hislerine de rastlanmaktadır(Couper, 2003). Depresif bireylerde günlük yaşamlarında somatik belirtilere de rastlanmaktadır. Depresyon ile somatik belirtilerin benzerlik göstermesi depresyon tanısını zorlaştırıcı bir etkendir(Creed, 1997).

Depresyon belirtilere kişinin görünümünde de gözlemlenebilir. Depresif ruh halindeki bir kişi fiziksel görünümüne ve öz bakımına eskisi gibi dikkat etmemektedir. Konuşmada yavaşlık ve isteksizlik sık rastlanan, iletişim ve sosyal yaşamı olumsuz yönde etkileyen belirtilerdir. Depresyonda düşünme içeriği ve süreci de negatif yönde etkilenmektedir. Kişide dikkati zor toplama ve kendini ifade ediş becerisinde azalma meydana gelmektedir. Kendine, çevresine ve hayata karşı ilgisizlik ve günlük olayları gözlemlerken dalgın bir duruş öne çıkmaktadır. Psikomotor yavaşlamalar depresyon tanısı almış hastalarda yaygındır. Depresif bir birey dışarıdan sıkıntılı ve halsiz bir izlenim vermektedir(Öztürk ve Uluşahin, 2020).

Kişide neşeli hissetmeme, mutsuz hissetme ve karamsarlık öne çıkar. İştahsızlık ve uykusuzluk da depresif bireyde görülen yaygın belirtiler arasındadır(Mete, 2008). İnsanlarda eskisi gibi yaşamdan keyif alamama, geçmişi, şu anı ve geleceği olumsuz olarak değerlendirme yaygındır. Hastadan anamnez alınırken fiziksel bir rahatsızlığının olup olmadığı, kullandığı ilaçlar ve aile öyküsü muhakkak sorulmalıdır(Amerikan Psikiyatri Birliği, 1994). Araştırma sonuçlarına göre hayati bir hastalık taşıyan kişilerde depresyon tanısı alma riski fazladır. Kalp, kronik böbrek, kanser, akciğer ve diyabet hastalıkları buna örnek olarak verilebilir. (Katon ve Ciechanowski, 2002).

Depresyonda geçmişteki davranışlarına yönelik yoğun bir suçluluk hissi, geleceğe yönelik ise umutsuz beklentiler öne çıkmaktadır. Umutsuzluk, amaca yönelik bir eylemin olumlu sonuçlar getirmeyeceği beklentisi ve inancıdır. Kişi yaptığı davranışlarının başarısızlıkla noktalanacağı yanılgısı içindedir. Beck (1967) depresyonda olan hastaların %78’inin geleceğe yönelik olumsuz bir bakış açısına sahip olduğunu vurgulamıştır. %80’inde ise kendini suçlama eğilimine sıkça rastlanmıştır(Melges, 1969). Benlik saygısının yitimi ve değersizlik duyguları depresyonun bilinen en önemli özelliklerindendir(Köroğlu, 2006). 

Kendine karşı yargılayıcı bir tutum sergileme, ümitsizlik, utanç duyguları ve benlik saygısında azalma depresif hastalarda oldukça yaygındır(Ghatovi, Nicolson ve Macdoland, 2002). Genel bir doyumsuzluk, karar alırken zorlanma, ağlama nöbetleri, benliğe yönelik olumsuz hisler, motivasyonunu kaybetme ve intikam düşünceleri de sıklıkla görülmektedir(Ören ve Gençdoğan, 2007).

Depresyondaki bir kişi günlük sorumluluklarını yerine getirmekte zorlandığı için okul veya iş yaşamında pek çok aksaklık meydana gelmesi şaşırtıcı değildir. İşten ayrılma, yorgunluk, izolasyon isteği, dikkatini toplayamama, alkol veya madde kullanımı bu aksaklıkların sebebine örnek olarak verilebilir(Diagnam, Barrera ve West, 1986).

Özkıyım, kurbanın kasıtlı olarak kendisini ölüme götürecek eylemi dolaylı veya dolaysız yollarla yapmasıdır(Durkheim, 1987). Pek çok depresyon hastasında intihar davranışın %30’unun ölümle sonuçlandığı, %25’inin ise tekrarlandığı görülmüştür(Odağ, 1995). Bireyin geçmişteki olaylar üzerinde kendi payının yüksek olduğunu düşünerek kendini suçlaması, geleceğe umutsuz bir bakış açısıyla yaklaşması, yaşamdan artık yeterince keyif alamıyor oluşu ve benlik saygısının yitimi intihar davranışında ve depresyonda risk etmenleridir. Kişi hayatta başarılı adımlar atabileceği, güzel günler göreceği ve öz saygısını kazanacağına yönelik inancını yitirmiştir (Fenichel, 1945). 

Depresyon doğru tanı ve erken müdahele ile kontrol altına alındığında bireylerin yaşam kalitesini yükseltmek ve sağlıklarını yeniden kazanmalarını sağlamak mümkündür(Çelik ve Hocaoğlu, 2016). Tam iyileşmeyen tablolarda işlevsellik kayıpları, daha yüksek oranlarda nüks riskleri, kronikleşme ve artan intihar riski görülmektedir. Bu nedenlerden dolayı tedavi süreçlerinde tüm riskler ele alınmalı ve alternatif yaklaşımlara ihtiyaç duyulmaktadır(Dilbaz ve Çavuş, 2010).

Kuramsal Açıdan Depresyon

Beck’in (1979) geliştirdiği bilişsel kurama göre depresyonun kaynağı yanlış zihinsel süreçler sonucu düşüncelerdir. Kişinin dünyayı, kendini ve geleceği yanlış şekilde değerlendirmesi ve çarpıtılmış bilişlere sahip olması algısını, duygularını ve davranışlarını olumsuz yönde etkileyerek depresyon hastalığına sebep olmaktadır. Kişi benliğini ve yaşadığı deneyimleri mantığa ters düşecek şekilde yorumlamaktadır(Burns, 1982). Bilişsel terapinin amacı olaylara verilen anlamları değiştirerek duyguyu olumlu yönde değiştirmektir(Teasdele, 1993).

 Öz-şefkat odaklı terapi yöntemin “şimdi ve burada” kavramına odaklanma terapi sürecinde önemli bir rol oynamaktadır. Şimdi ve burada olan sorunlar ya da deneyimler terapinin odak noktasını oluşturmaktadır(Arkar, 1992). Hastanın kendisiyle ilgili negatif düşünceleri, olumsuz varsayım ve çarpıtılmış inançları bulunmaktadır. Kendini değersiz olarak nitelendirir bu sebepten dolayı benlik saygısı oldukça düşüktür. Geleceğe yönelik mantık dışı ve umutsuz senaryoları mevcuttur. Kendisiyle ilgili “ben değersizim, yetersizim” gibi şemalar halinde gelişen temel inançları bulunmaktadır. Doğuştan itibaren zihnine farkında olmadan yerleştirilen veya yerleştirdiği otomatik düşünceleri vardır(Beck, 1979). 

Yaşadığı olumsuz deneyimlerinin kaynağını kendi eksiklikleri olarak görmektedir. Geleceğe dair fikirleri ve inançları zorluklar, engeller ve çaresizlik düşünceleriyle doludur. Şemalar halinde gerçekleşen mantık dışı ve olumsuz düşünceler kişinin yaşamını zorlaştırarak depreyon hastalığının belirtilerini tetiklemektedir. Psikoterapide danışanın otomatik düşünceleri, temel inançları ve zihnine yerleştirdiği şemaları üzerine çalışarak semptomları azaltmak hedeflenir(Ülev, 2014).

Abraham ve Seligman (1978) tarafından geliştirilen Öğrenilmiş Çaresizlik kuramına göre depresyon kişinin ona acı veren uyaranlardan kaçmaya çalışması, başarılı olamaması ve bunun sonucunda hissettiği çaresizlik hisleriyle meydana gelmektedir. Depresyondaki bir hasta başarısız olduğunda sebebin içsel kaynakları olduğunu düşünürken, başarılı olduğu durumları ise dışsal kaynaklara bağlama yanılgısına düşmektedir(Dilbaz ve Sefer, 1993).

Davranışçı kuramın öncülerinden olan Watson (1920) çevrenin ve sahip olduğu koşulların insanların davranışları üzerinde etki sahibi olduğunu öne sundu. Skinner (1904-1990) tarihte edimsel koşullanma ve pekiştirme kuramlarını ortaya çıkaran önemli bir isimdir. Buna göre bir çevrede gerçekleştirilen aktivite ortaya bazı sonuçlar doğurur. Bu sonuçlara göre kişinin davranışı ödül veya cezalar yoluyla pekiştirmelerle birlikte artmakta veya azalmaktadır(Cüceloğlu, 1994). Davranışçılığa göre depresyon kişi için yeterli ve uygun olmayan faktörlerin pekiştirilmesi, gerekli olanların ise desteklenmemesi sonucu oluşmaktadır(Dilbaz ve Sefer, 1993). Davranışçı terapide amaç kişinin benlik saygısını yükseltmek, değersizlik hislerinin değiştirilmesi, alternatif ve mantığa uygun düşünceleri pekiştirmesi ve hastanın hayatının sorumluluğunu alacak farkındalığa ulaşmasıdır. Pekiştirme yoluyla öğretme teknikleri bu terapi yönteminde temel alınmıştır(Mete, 2008).

Son 25 yıl içerisinde farkındalık odaklı yaklaşımlar hümanistik, bilişsel ve davranışçı terapi kuramları ile bütünleşmeye başlamıştır. Farkındalık ve yaşanılan deneyime bilinçli bir dikkat ile yaklaşmak psikoterapi tekniğinin temelini oluşturmaktadır. Mindfulness yöntemi depresyon, anksiyete, yeme bozuklukları, sınır kişilik bozuklukları ve tıbbi hastalıklarda kullanılan bir teknik haline gelmiştir(Çatak ve Ögel, 2010).Şefkat Odaklı Yaklaşımda kişi hayatını zorlaştıran düşünce ve duyguları bastırmak veya kendini yargılamak yerine düşüncesi üzerine çalışmalar yapar. Düşüncenin kaynağı, yaşamına etkileri, düşünce ile kurduğu ilişki biçimi ve nasıl değişim sağlanacağına odaklanılır. Düşünceleri arka plana atmak ve bastırmak yerine anlamaya çalışmanın önemi üzerinde durulur(Kul ve Türk, 2020). 

Şefkat odaklı bir yaklaşımın temel taşlarından biri olan ve sıkça kullanılan yöntem bilinçli farkındalıktır. Bilinçli farkındalık, kişinin şimdi ve burada ile olan etkileşimde bilinçli bir farkındalığa ve dikkate sahip olmasını içerir. Kişi yaşadığı deneyimleri anlayışlı, destekleyici, yargısız dolayısıyla öz-şefkat yaklaşımı ile gözlemler. Olaylara, düşüncelerine, duygularına ve davranışlarına karşı koşulsuz olumlu kabül ile yaklaşması söz konusudur. Psikoterapide nefes egzersizleri, şimdi ve burada, bilinçli farkındalık, öz-şefkat, koşulsuz olumlu kabul, deneyimlerin ortak bir paydaşım ürünü olduğu başlıklarına ağırlık verilir. Artan farkındalık ile zihinsel ve fiziksel bir rahatlamayı amaç edinir(Lundh, 2005). 

Şefkati deneyimlemek kişinin yatıştırıcı güvenlik sistemini ortaya çıkarmakta ve olumlu sonuçlar doğurmaktadır(Gilbert, 2009). Kişinin kendisine nezaket ile yaklaşmasının ön koşulu problem yaratan deneyime bilinçli bir farkındalık ile yaklaşabilme yetisidir(Germer ve Neff, 2017). Kişi depresyonu deneyimlerken düşünce, duygu ve davranışları sonucunda oluşan bedensel semptomlar meydana gelmektedir. Benzer düşünce ve duygular her tekrarlandığında depresyon semptomları da tekrarlanarak bir döngü oluşturabilmektedir. Başarısızlığa uğrayacağına dair inanç, suçluluk hissi, değersiz olduğu düşüncesi, güçsüzlük, umutsuzluk ve pişmanlık gibi duygular bu döngünün oluşumunda etkilidir. Depresyon ile mücadelede kişinin bilişleri ve kendine yaklaşım şeklinde psikoterapide önem taşımaktadır(Williams ve ark., 2020).

Freud’a (1917) göre depresyon, hayali veya gerçek olan bir nesnenin kaybına yönelik kişi tarafından bilinçli ya da bilinçsiz olarak ortaya çıkarılan bir tepkidir.  Depresyon kişinin erken yaşam hikayelerinden, suçluluk duygularından, acıdan, çocukluk travmaları sonucunda ortaya çıkan aşırı öfkeden veya id ile süperego arasındaki çatışmadan ortaya çıkabilmektedir. “Yas ve Melankoli” makalesine göre çocuk oral ihtiyaçlarının karşılanması gereken zamanda bir engellenmeyle karşılaşıyorsa oral dönem fiksasyonu oluşmaktadır. Bu döneme saplantı ise ileriki yaşlarda beraberinde depresif semptomları ortaya çıkarmaktadır. Kişinin benlik saygısının olmaması depresyon için önemli bir risk faktörü olarak kabul edilmiştir(Fenichel, 1945). 

Depresyonun oluşumunda öz saygının yitirilmesi ve umutsuzluk duygusunun etkisi oldukça büyüktür. Kişinin kendisine yönelik ben değersizim, sevilmeye layık biri değilim, yetersizim, bir işe yaramıyorum, kimse beni istemiyor şeklindeki düşünceleri öz saygısı yitirmesine yol açmaktadır(Freud, 1957). Psikanalistlerin bakış açısına göre depresyon düşük öz saygı ve değersizlik duygularından kaynaklanmaktadır. Bu duyguların oluşumu ise çocuklukta ailenin kişiye olan şefkatsiz yaklaşamından olumsuz yönde etkilenmektedir(Kımter, 2008).

Depresyon zor zamanlardan geçen bir insan için bir savunma mekanizması olarak rol oynayabilmektedir. Stres yaratan yaşam olayları sonucunda kimi zaman kişi için koruyucu bir işlev de görebilmektedir. İçten ya da dıştan gelen olumsuz bir uyarım sonucunda beden kendini kapatmakta ve izole etmektedir. Melanie Klein’a göre erken yaşam olayları ve anne ile kurulan ilişkinin güven verici niteliği depresyona yakalanma açısından risk teşkil etmektedir. Bu dönemde kurulan ilişki yetişkin hayatta kurulacak ilişkiler için belirleyici bir rol oynamaktadır(Balcıoğlu, 1999).

Bowly kişinin erken dönemde anne ya da bakım veren ile kurduğu ilişki, yetişkin ilişkileri ve duygu durumu üzerinde etki sahibi olduğunu iddia eder. Bakım vereni tarafında ihtiyaçları zamanında ve tutarlı bir şekilde karşılanan bebek güvenli, çaresizlik hisleriyle ihtiyaçları karşılanmadan bırakılan bebek ise güvensiz bağlanmaktadır. Ebeveyni ile güvensiz bağlanma yaşayan bebek nesnesini kaybeder ve çaresizlik hisleri meydana gelir.  Yas oluşumu ve geçen zorlu süreç depresyona neden olabilmektedir. Bebekliğinde veya çocukluğunda yeterince sevgi görmemiş, kusurlarına destekleyici bir şekilde yaklaşılmamış dolayısıyla suçluluk ve değersizlik hisleriyle büyüyen bireyin yetişkinliğinde depresyona yakalanma riski fazladır(Smith, 2000; Bowly, 1988).

Biyolojik kurama göre nörotransmitterlerdeki kimyasal değişimler depresyona neden olabilmektedir. Depresyonun oluşumunda vücutta bulunan sodyum ve potasyumun, fiziksel değişikliklerin, adrenal korteksin, tiroid, hipotalamus, hipofiz bezi bozukluklarının ve sinir sistemindeki işleyiş bozukluklarının etkisi oldukça fazladır(Savaşır ve Şahin, 1997).

Monoamin hipotezine göre depresyon merkezi sinir sistemindeki sinapslarda bulunan serotonin veya nöroadrenalin eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Depresyon oluşumunda beynin nöroplastisitesinin önemi vurgulanmaktadır. Nöroplastisite, beyin aracılığıyla kişinin değişen yaşam koşullarına uyum sağlamasında güçlü bir rol oynamaktadır. Hatırlama, unutma ve yeni deneyimler sonucu öğrenebilme yetisi dışarıdan gelen uyarımları algılayabilme ve işleyebilme açısından sinapsların işlevsel olması gereklidir. 

Nöroplastisite ile depresyon arasındaki ilişkinin bilinmesi depresyonda kullanılacak olan ilaçların geliştirilmesi için ön ayak olmuştur(Gürpınar, Erol ve Mete, 2007). Norepinefrin etkiliğinde düşüş meydana geldiğinde depresyon belirtileri ortaya çıkabilmektedir. Serotonin, dopamin ve GABA etkinliğinde artma meydana gelmesi ise depresyon hastalığı için koruyucu bir rol oynamaktadır. Kadınlarda depresyon riskinin daha fazla olmasının sebebi kesin olarak bilinmemektedir ancak endokrin sisteminin sebep olduğu üzerine görüşler vardır. Postpartum ve premenstrüel dönemlerde depresyona yakalanma olasılığının arttığı düşünülmektedir(Balcıoğlu, 1999).


Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır, tanı ve tedavi için mutlaka doktorunuza başvurunuz.

Başa dön tuşu